26 Mayıs 2019 Pazar

Lizbon, Portekiz

En zor ama en güzel şey sanırım insanın yaşadığı şehri yazmasıymış. Lizbon Avrupa’nın batıda en uç noktasında bulunan ve zamanında Belem kulesinden ayrılan denizcilerle coğrafi keşiflere en büyük katkıyı sağlamış bir yer. Gerek doğasıyla gerek şehrin her yerinde izlerini görebileceğiniz tarihi dokusuyla herkesi kendine aşık ediyor. Öncelikle havalimanından metro kartı alıp şehir merkezine kırmızı hat ile geçebilir sonrasında istediğiniz yere tramvaylarla da ulaşabilirsiniz. Eğer meşhur 28 numaralı nostaljik tramvaya binmek isterseniz 7 EUR’a günlük sınırsız metro bileti almak daha mantıklı çünkü tek binişi 3 EUR.
Alfama Bölgesi: Lizbon’un dar ara sokaklarından geçerek, pencerelerinde çamaşır asılı, duvarları seramik kaplamalı evleri bolca göreceğiniz en tarihi yerlerinden birisidir. Sokak aralarında gezerken Portekiz’in ünlü müzik türü Fado’yu duyabilirsiniz. Zamanında gidip de geri dönemeyen denizcilerin arkasından eşlerinin yaktığı ağıt olarak ortaya çıkan müzik şimdi çoğu restoranda canlı olarak söyleniyor. Lizbon’da 1955 yılında 8.5 - 9 şiddetinde deprem yaşanıyor ve şehrin %80’i tsunami sebebiyle yerle bir oluyor. Bu deprem ise katoliklerin fazlaca yaşadığı Lizbon’da dini bir bayrama denk geliyor ve bu nedenle sebebi hala din adamları tarafından sorgulanıyor. Alfama bölgesi ise biraz tepede kaldığı için 100 bine yakın kişinin yaşamını kaybettiği bu depremde en az etkilenen yerlerden biri olmuş.
Miradouro de Santa Luzia
Alfama Sokakları
Bu bölgenin en önemli noktalarından biri Tejo nehri manzaralı Miradouro de Santa Luzia’dır. Lizbon’un İstanbul gibi 7 tepe üzerine kurulmuş olmasından dolayı bu bölgede de hayli yokuş mevcut. Martim Moniz’den bineceğiniz 28 numaralı tarihi tramwayla bu miradora kolayca ulaşabilirsiniz. Yeri gelmişken söyleyelim Lizbon bunun gibi bir çok mirador yani seyir terasıyla ünlü. Biraz aşağısında Lizbon Katedrali’ni ziyaret edebilir, Miradouro de Santa Luzia’dan biraz daha yukarı yürüdüğünüzde ise şehrin diğer kısmını gören ve muhteşem manzaraya sahip olan Miradouro Sophia de Mello Breyner Andresen’a ulaşabilirsiniz. Sonrasında kendinizi şehrin dar sokaklarına tekrar atıp yokuş aşağı merdivenlerden inmek, keşfetmek için en güzeli. Sao Jorge Kalesine çıkmak isterseniz ise halkın evine gitmek için kullandığı Elevador do Castelo’yu kullanabilirsiniz aksi halde o yokuşu çıkmak baya yorabilir.

Rossio Meydanı: Bu meydan için şehrin tam merkezi diyebiliriz belki. Haftasonları sürekli etkinliklere ev sahipliği yapan, üzerine küçük pazarların kurulduğu ve etrafı Jacaranda ağaçlarıyla çevrili bir meydan burası. Kökeni Brezilya olan ve şehri mora boyayan bu ağaçlar Nisan-Mayıs ayında çiçek açıyor.
Rossio Meydanı
Lizbon’da öğrenciler mezun olduktan sonra bu meydanın tam ortasındaki havuza atlayıp mezuniyetlerini kutluyorlar. Bu da bir çeşit gelenek. Rossio meydanından Avenida da Liberdade caddesine doğru ilerlediğinizde solda Ascensor da Gloria yani Gloria asansörünü göreceksiniz. Bu funiküler tramvay sizi bir diğer ünlü mirador Sao Pedro de Alcantara’ya çıkarıyor.
Elevador de Santa Justa: Rossio meydanından Rua Augusta caddesine doğru yürüdüğünüzde karşınıza çıkacak bu asansör 45 metre yükseliğinde olup zamanında ticaret meydanına gelen malları insanların evine daha kolay götürmesi için yapılmış ve şu an sadece turistik amaçlı kullanılmaktadır. Girişi 5 EUR ve yukarı sınırlı insanın çıkmasına izin verildiği için baya sıra beklemeniz gerekebilir. Hemen yanında Lizbon Arkeoloji Müzesi yer alıyor ve giriş yine 5 EUR.
Praça do Comercio: Rossio meydanından aşağı doğru uzanan istiklal caddesi gibi trafiğe kapalı cadde olan Rua Augusta caddesi boyunca yürüdükten sonra artık son noktada göreceğiniz yer ticaret meydanı. Eskiden coğrafi keşifler sayesinde bulunan çaylar, baharatlar ve hatta köleler bu meydanda tüccarlar tarafından sergilenip halka satılırmış. Şimdi ise çeşitli festivallere ve etkinliklere ev sahipliği yapıyor. Okyanus tarafına doğru ilerlediğinizde ise turistler tarafından fotoğraf çekmek için baya ilgi gören Pink Street’i ziyaret edebilirsiniz. Bu ufak ve yine trafiğe kapalı olan cadde pembeye boyanmış ve etrafında sağlı sollu gece kulüpleri yer alıyor.
TimeOut Market: Sadece acıkıldığında değil her daim ziyaret edilebilen bir yer TimeOut . Güney Amerika ve İspanya kültüründe yaygın olan mercado’lar yani ufak ufak restoranların birleşip bir pazar haline geldiği bu mekanlar Lizbon’da da epey ilgi görüyor. Burada hem yemek kursları hem de konserler de düzenleniyor. Bunun yanı sıra Mercado de Campo de Ourique de benim favorilerimden.
LX Factory: Çok fazla salaş mekanın ve antikacının olduğu ve genellikle gençlerin ziyaret ettiği renkli bir mekan burası.
LX Factory
Tam fotoğraf çekmelik ve gurmelik yapmak için bire bir. Cool kitapçı görmek isterseniz de buradaki Livraria Ler Devagar tam size göre.
Livraria Ler Devagar
25 Nisan köprüsünün oradan içeri yüründüğünde kolaylıkla ulaşılabilir. 25 Nisan köprüsü ise San Francisco’nun golden gate köprüsüyle aşırı benzerlik göstermekte. Karşı yakasında bulunan Cristo Rei ise Rio de Jenairo’daki Hz İsa heykelinin aynısı gibi sadece biraz daha ufak. Vaktiniz varsa Cristo Rei’yi ziyaret edebilir bir de Lizbon’u nehrin karşı tarafından izleyebilirsiniz.
Cristo Rei


Belem Bölgesi: Geldik her turistin kesinlikle ziyaret ettiği yere peki neden? Coğrafi keşiflerden dolayı denize açılan denizciler 16. yüzyılda inşa edilmiş Belem Kulesi’nden yola çıkarmış. Vasco de Gama, Bartelemeo Diaz ve Macellan ise bunların en ünlüleri. Belem kulesine giriş ise 6 EUR.
Belem Kulesi
Bunun yanı sıra hemen yakınında bu denizciler anısına dikilen Kaşifler Anıtı (Padrão dos Descobrimentos) ise yine ziyaret edilmesi gereken yerlerden. Bu anıtın hemen karşısında Jeronimos Manastırı yer alıyor. Burada en az 2 saat harcayabilirsiniz demedi demeyin ve giriş ücreti 10 EUR. Ve geldik en eğlenceli kısma Pasteis de Belem yani dünyaca ünlü pastel de nata tatlısının çıkış noktası olan bu ünlü pastanede 400 kişilik yer olmasına rağmen her zaman kuyruk kapıdan dışarıya taşıyor. Dışı milföy hamuru içi ise kremamsı olan bu tatlının şu an gerçek tarifini bilen 3 kişi varmış ve hiç bir zaman 3’üne birden bir şey olmasın diye bir araya bile gelmiyorlarmış. Bu tatlı üzerine tarçın dökülerek yeniliyor ve yemeden dönmek ise kocaman bir pişmanlık olur. 1837’de açılan bu pastane aslında Jeronimos Manastırı’na gelir sağlamak için açılmış. Hala gelirinin bir kısmı manastıra kalıyor diye söylenti de mevcut.
Kaşifler Anıtı
Sintra: Rossio tren istasyonundan 40 dakikalık yolculuk ile kolayca ulaşabileceğiniz Sintra adeta masal diyarı gibi. Buradaki en önemli yapı olan Pena Palace dünya kültür mirası listesinde bulunmakla beraber günde yüzlerce turisti ağırlıyor. Kral Ferdinand tarafından inşa ettirilen bu sarayın içerisinde bir çok oda bulunmakla beraber şu an gittiğinizde o zamandan kalma eşyaları dahi görebilirsiniz. Sarayın dışı ise renkleriyle bir masal diyarı gibi.
Pena Sarayı
Trenden indikten sonra tepede bulunan bu saraya ring otobüslerle ya da tuk tuklarla ulaşabilirsiniz. Bunun yanı sıra ters kuyusuyla ünlü Quinta de Regaleira’yı da ziyaret edebilirsiniz fakat saat 17’de hepsi kapanıyor ve bu iki yeri gezmek dahi bir gününüzü alacaktır.
Quinta de Regaleira
Sintra’dan Avrupa’nın en uç noktası olan Cabo da Roca’ya tren istasyonunun hemen önünden kalkan otobüslerle ulaşabilirsiniz. Sintra’ya gelmişken Madonna’nın şatosunun önünden geçmeyi de unutmayın.
Cascais: Cais de Sodre tren istasyonundan trenle yaklaşık 40 dakikada ulaşabileceğiniz  Cascais’e Türkiye’nin Çeşme’si diyebiliriz. Okyanus kenarında hem zenginlerin villalarını hem de lüks otellerini görebilirsiniz. Portekiz’de en fazla lüks arabayı görebileceğiniz yer sanırım Cascais olur. Buraya bence rüzgarlı havada gitmek en güzeli çünkü Boca do Inferno’ya gidip (Cehennem Çukuru) yüksekliği 40 metreye ulaşan dalgaları fotoğraflamak eğlenceli olabilir. Yalnız çok yaklaşmayın dalgaların sağı solu belli değil ıslanabilirsiniz.
Boca do Inferno
Lizbon’da ne yenir?

Geldik en eğlenceli kısma :) asla yenilmeden dönülmemesi gereken şey kesinlikle Pastel De Nata demiştik zaten. En güzel yapan yerler sırasıyla tabiki Pasteis de Belem, Fabrica De Nata ve Manteigaria’dır.
Pastel de Nata
Bunun yanı sıra Sintra’da ünlü olan Travesseiro tatlısı kesinlikle en ünlü yeri Piriquita’da yenilmeli. Sintra’da ünlü olan bir diğer tatlı  Queijada ise Casa das Queijadas’ta yenilebilir. Eğer çikolatalı pasta severseniz O Melhor Bolo de Chocolate yani kendisine Dünya’nın en iyi çikolatalı pastası denilen ve Güney Amerika, İspanya, Portekiz gibi yerlerde şubesi bulunan bu tatlıyı burada deneyebilirsiniz. Tatlı konusunda Portekizlilerin eline su dökemeyiz sanırım. Tatlı’dan sonra atıştırmalık ne olur dersek Rua Augusta caddesi üzerinde Casa Portuguesa do Pastel de Bacalhau’da yenilebilecek bizim içli köfteyi andıran ve içi peynir dolgulu Portekiz’in meşhur Bacalhau balığından yapılan Pastel de Bacalhau denenebilir. Peki Lizbon’a geldik artık et yemeden olmaz dediğinizde çoğu et restoranının akşam 19’da açıldığını unutmayın derim. En meşhur yerlerden biri Chiado’da bulunan ve kızgın taş üzerinde çiğ eti kendinizin pişirip yiyebileceğiz mekan Cabacas’tır. Önceden gidip sıraya girmeniz gerekiyor çünkü mekan biraz ufak.
Cabacas Et Restoranı
Bunun yanı sıra Campo Pequeno’da bulunan ve sınırsız brezilya barbeküsü yiyebileceğiniz Prazeres da Picanha da ünlü picanha etini yiyebileceğiniz bir restoran. Burası da yine akşam 19’da açılıyor olup sınırsız barbeküyü 20EUR’a yiyebilirsiniz. Elinize bir tarafı yeşil bir tarafı kırmızı tahta veriyorlar ve eğer yeşil tarafı çevirip masaya koyarsanız garson size sürekli et getiriyor. Doyduğunuzda ise kırmızıyı çeviriyorsunuz tabiki. Peki biz akşam 19’a kadar ne yiyeceğiz derseniz Lizbon’un en ünlü hamburger restoranları TimeOut’ta da bir şubesi bulunan Ground Burger ve Chiado ve Belem’de yeri olan Honorato Hamburguers Artesanais Telheiras. Eğer Taksim’deki yemek kulübünü özlüyorsanız tam o ambiyansta ve fiyatta bir yer olan Bairro Alto’da 1834’de kurulmuş Cervejaira Trindade’de öğünü geçiştirebilirsiniz. Bunun yanı sıra Lizbon’un en ünlü ve 1949’da kurulmuş en meşhur dondurmacısı Santini’yi denemelisiniz. Farklı tatları seven biri olarak yaz yaz bitiremiyorum sanırım korkmayın burada asla aç kalmazsınız :)

29 Ekim 2018 Pazartesi

Hanoi, Vietnam


Savaşları ile insanların aklında kalan Vietnam bir yanda doğal güzellikleri bir yanda ise halkın fakirliği ile ön plana çıkıyor. 


Ülkede araba sayısının 20 katı kadar motosiklet mevcut ve bu da yolda yürümenizi zorlaştırıyor. Kaldırımlara park edilen motosikletler ve derme çatma restaurantların yemeklerini kaldırımlarda pişirmeleri sebebiyle kaldırımda yürüyemiyorsunuz ve dolayısıyla yolun kenarından ilerliyorsunuz. Yanınızdan motosikletler vızır vızır ilerliyor ki çoğu yerde trafik ışığı da mevcut değil. Hanoi şehir merkezinde birkaç noktada var fakat yayaya yeşil yansa da kimse buna aldırış etmiyor. Dolayısıyla tam bir keşmekeşin içine düşmüş oluyorsunuz. 

Peki Vietnam’a öncelikle nasıl vize alıyoruz? Türklere kapıda vize uygulaması olmasına rağmen elinizde vize onay kağıdınızın olması gerekiyor. 100 USD karşılığında size bu onay kağıdını hazırlayan acenteler mevcut. Bu kağıdı alırken hangi havalimanına ineceğinizi belirtmeniz gerekiyor çünkü kağıdın aslı o havalimanına gönderiliyor. Yani Hanoi dediniz Ho Chi Minh City’e inmek durumunda kaldınız işte o zaman sıkıntı. Havalimanında vize onay kağıdınızla beraber vize bankosuna başvuruyorsunuz ve 25 USD karşılığında tek girişli vizeniz pasaportunuza basılıyor. Yani Vietnam vizesi almak hem çok zor hem de onay kağıdınız varsa çok kolay. Hanoi havalimanı şehre yaklaşık 40 dakika uzaklıkta. Havalimanından yerel halkın kullandığı merkeze giden otobüsler mevcut fakat rahat mıdır bilemem. Biz taksiyi tercih ettik ki onu bulmak bile zor oluyor çünkü dışarıdaki taksicilerin güvenilir olmadığını söylüyorlar. Bu sebeple biraz daha fazla ücretle havalimanının içinde bulunan tur şirketleri size taksiyi ayarlıyorlar. Zira otele ulaştığımızda resepsiyonistin lütfen şehrin içinde dolaşırken telefonunuza çantanıza dikkat edin demesi bu her şeyin en güvenlisi olsun çabamızı haklı çıkarıyor. Peki nereyi geziyoruz?
Old Quarter: Turistler tarafından ilk başta ziyaret edilen yer olan eski şehir meydanı ve çevresi yerel ve bazı Amerikan markalı restoran ve hediyelik eşya dükkanlarının en fazla bulunduğu yer. Festivaller ve geleneksel kutlamalar bu eski şehir meydanında yapılıyor ve o anda yolda yürüyecek yer bulmak bile imkansızlaşıyor.
Hoan Kiem Lake: Eski şehir meydanında bulunan bu göl Vietnam’lılar tarafından kutsal kabul ediliyor. Efsaneye göre 1428 yılında Çin baskısı altında olan halkın, gölden çıkan dev bir kaplumbağanın imparatora bir kılıç vermesiyle bağımsızlığına kavuştuğu söyleniyor. Böylelikle Hanoi başkent oluyor. Kutsal olmasının yanı sıra halk burayı hem dinlenmek hem de sabahları spor yapmak için kullanıyor. Çünkü Hanoi’nin içinde motosikletlerden dolayı her yer egzoz dumanı kokuyor ve herkes maske kullanıyor. İnsanların oksijen alabileceği yerler haliyle sınırlı oluyor.
Hoan Kiem Gölü
Ha Long Bay: Unesco dünya mirası listesinde yer alan cennet gibi yer Ha Long Koyu’na gitmeniz için şehir merkezinde fazlaca bulunan tur şirketlerinden tur ya da sadece otobüs bileti satın alabilirsiniz. Teknede konaklamalı ya da günü birlik turlardan biz kişi başı 40 USD verip günü birlik olanını tercih ettik ki yol 170 km olmasına rağmen trafikten dolayı ulaşması yaklaşık 3-4 saat sürüyor. Ha Long Limanı’na ulaştığınızda sizi tekneler alıp koyda muhteşem bir gezintiye çıkarıyor. Yaklaşık 2000 tane adanın arasından geçerken çok güzel manzaralara tanıklık ediyorsunuz. Tekne Hang Sung Sot mağarasının olduğu adaya yaklaşıyor ve 1 saat boyunca bu eşsiz mağarada geziyorsunuz.  Mağaranın olduğu yükseklikten koyun manzarası da efsane. Sonrasında ise turun içeriğine göre diğer adalara uğrayıp farklı aktiviteler yapabilirsiniz.
Ha Long Koyu

Hoa Lu, Tam Coc: Bir diğer cennet ise Ninh Binh şehrinde bulunan ve Ho Long Koyu’nun kara üzerindeki hali olarak kabul edilen Tam Coc. Yine günü birlik olup ücreti kişi başı 30 USD olan bu tur öncelikle 10. Ve 11. Yüzyılda Vietnam’ın başkenti olan Hoa Lu’da bulunan iki önemli tapınağa uğruyor. Bir tanesi ilk imparator Dinh Hoan’a ait ve gayet süslenmiş bir tapınak. Diğeri ise 200 metre ilerisinde, Dinh Hoan öldükten sonra eşinin yeniden evlenmesiyle kral olan Le Hoan’a ait. Halkın hala ilk imparatorlarına saygı göstermelerinden dolayı bu tapınak gayet sade şekilde inşa edilmiş. Buradan sonra 20 dakika uzaklıkta bulunan Tam Coc’a uğrayıp nehir üzerinde kayıkla mağaraların ve muhteşem dağların arasından geçiyorsunuz. Bu kayıkların çoğunu kadınlar ayaklarıyla kürek çekerek ilerletiyor. Vietnam’da gördüğüm kadarıyla erkeklerden çok kadınlar çalışıyor.
Hoa Lu

Tam Coc
Temple of Literature: 1070 yılında inşa edilen bu Edebiyat Tapınağı Konfüçyüs adına inşa edilmiş olan birçok tapınaktan en önemlisi. Şehrin merkezine yürüme mesafesinde olan bu yeri gezerken kepiyle cübbesiyle mezuniyetini kutlayan öğrenciler görebilirsiniz çünkü mezuniyet törenleri burada gerçekleşiyormuş.
Street Trains: Günde iki defa trenin geçtiği bu daracık sokak turistler tarafından hayli ilgi görüyor. Ufacık evlerde oturan insanlar trenin geçmediği saatlerde bu sokağı yemek yapmak ya da çamaşır asmak için kullanıyorlar. Maalesef halkın fakirliğini gözler önüne seren bir sahne oluyor burası.
Street Trains

St Joseph’s Cathedral: Ülke nüfusunun %10 kadarının Hristiyan olmasından dolayı şehrin merkezinde kocaman bir kilise mevcut. Etrafında cafelerin ve şehrin diğer yerlerine göre daha kaliteli yemek yiyebileceğiniz yerlerin olduğu bu katedralin bahçesinde bazı akşamlarda dini törenler gerçekleştiriliyor.
St Joseph Katedrali

Quan Su Pagoda: Budistlerin dini yapıları olan Pagodalar Hanoi’de de yaygın durumda. Bunların en önemlilerinde biri olan bu Pagoda 15. Yüzyılda hanedan tarafından inşa edilmiş. Hoan Kiem gölüne ise yürüme mesafesinde.
Quan Su Pagoda

Dong Xuan Market: Bir alışveriş merkezi beklentisiyle gidip üstü kapalı bir han ile karşılaştığım anı hiç unutmuyorum. 3-4 katlı olan bu yapının içerisinde birçok dükkan mevcut. Şehrin içine göre hediyelik eşyaların çok daha uygun olduğu bu alandan, aynı zamanda yerel baharat ve kahveler de satın alabilirsiniz. Vietnam’ın kahvesi ve kaju fıstığının ünlü olmasından dolayı burada sizin için birçok seçenek mevcut. Siz yine de pazarlık yapmayı unutmayın çünkü turistleri kazıklamak her asya ülkesinde olduğu gibi burada da çok yaygın olan bir şey.
Hanoi Night Market: Dong Xuan Marketin oradan başlayıp eski şehir meydanına kadar uzanan caddede her cuma, cumartesi ve pazar günleri akşam 8’de yine asyanın vazgeçilmezi gece pazarı kuruluyor. O gecelerde şehrin içindeki trafiği siz düşünün. Yine hediyelik eşyaların ve sahte çanta ve spor ayakkabılarının satıldığı birçok tezgah mevcut. Amerikan ya da Avrupa markalarının birçoğunun Vietnam’da fabrikasının olmasından dolayı burada üretim hayli yaygın. Bu sebeple her şeyin aynı zamanda sahtesi de üretilmiş.
Peki Vietnam’da ne yiyoruz? İlk başta denenmesi gereken şey içerisinde pirinç noodle ve et ya da tavuk bulunan Pho çorbası. Damak tadımıza yakın olmasa da tadı fena sayılmaz. Eğer yok ben içemem bunu derseniz bal kabağı çorbası hayat kurtarabilir.
Pho Çorbası
Bunun yanı sıra balık ürünlerinin hayli yaygın olmasından dolayı karides, kalamar, midye, çok popüler olan yılan balığını yiyebilirsiniz. Eğer Uzakdoğu yemeği ya da balık ürünleri sevmiyorsanız eski şehir meydanında hamburger ve pizza restoranları da mevcut. Yani aç kalmanız imkansız 😊 Bir de meşhur çiğ yumurtalı kahvesinden içmeden dönmeyin derim. Cafe Giang bunu en iyi yapan yermiş. Yazmaya doyamadığım ve doğasını pek sevdiğim Vietnam’a selamlar.


14 Ekim 2018 Pazar

Prag, Çekya

Dünya’nın en bohem şehirlerinden biri olan Prag’ın yeri bende bambaşka. Akşamları Astronomik Saat’in duvarına sırtınızı yaslayıp Stare Mesto meydanındaki sokak sanatçılarının müziğini dinlemek inanılmaz huzurlu. Havalimanından merkeze doğrudan ulaşım mümkün olmadığı için öncelikle 119 ya da 100 numaralı otobüs hatlarıyla en yakın metro istasyonuna ulaşmanız gerekiyor. Sonrasında merkeze metro ile geçebilirsiniz. Peki sonrasında nereyi geziyoruz?
Stare Mesto: Prag’ın tarihi kent merkezi olan bu meydan hem gündüz hem de gece çok hareketli. Powder Tower yani Barut Kapısı’nın altından geçip yürümeye başladığınızda yol sizi doğrudan bu meydana götürüyor olacak. Yürümesi eğlenceli olan bu yol üzerinde birçok hediyelik eşya dükkanı, restaurant ve ayrıca ünlü Madame Tussauds balmumu heykel müzesi bulunuyor. Tarihi 9. yüzyıla uzanan Stare Mesto meydanında eski zamanlarda her cumartesi pazar yeri kuruluyormuş ve tüccarlar sayesinde de şehrin zengin kısmını burası oluşturuyormuş. İçerisinde tarihi Astronomik Saati de bulundurmasından dolayı turistler tarafından ilk ziyaret edilen nokta bu meydan oluyor.

Stare Mesto Meydanı
Astronomical Clock: 1410 yılında inşa edilen bu yapı dünyanın en eski üçüncü saati olma özelliğini taşıyor. Üzerinde değişik figürler bulunduran bu saat, her saat başında turistlere kısa süreli bir şov sergiliyor. Çan sesiyle birlikte açılan pencerede hareket eden diğer figürler beliriyor. Aynı zamanda 12’lik saat dilimiyle oluşturulan bu yapı burçların simgelerini de üzerinde barındırıyor. Eğer Prag şehrine yukarıdan bakmak isterseniz de buranın en tepesine çıkabiliyorsunuz. Gayet hoş bir manzara sizleri bekliyor olacak.
Astronomik Saat
Charles Bridge: Vltava nehri üzerine kurulmuş ve 516 metre uzunluğunda olan bu taş köprü Kral IV. Karl tarafından inşa edilmiş. Bu köprüye Astronomik Saat’in önünden nehire doğru uzayan Prag’ın dar sokaklarından geçerek ulaşabilirsiniz. Köprünün girişinde ve çıkışında gotik tarzda inşa edilmiş kuleler bulunuyor. Ayrıca köprünün üzerine muazzam güzellikte toplamda 30 tane heykel yerleştirilmiş. Peki neden bu kadar özen göstermişler bu köprünün yapımına? Çünkü kendisi zamanında kralların ofislerini içerisinde bulunduran Prag Kalesi ile eski şehri birbirine bağlayan tek köprüymüş. Bu köprüyü aynı zamanda gece ışıklı haliyle de görmek gerekiyor.

Charles Köprüsü
Prague Castle: Vltava nehrinin diğer yakasında bulunan bu kaleye Charles Köprüsü’nden geçerek ve hafif bir tırmanış sonunda ulaşıyorsunuz. 9. Yüzyılda inşa edilen bu kale dünyanın en büyük antik kalesi olma özelliğini taşıyor. Şu an devlet başkanlığının sarayı olarak kullanılsa da Prag’ın en önemli turistik yapıları içerisinde yer alıyor. Buraya ulaştığınızda size eski şehir ve Vltava Nehri manzarası sunan cafelerin birinde kahvenizi içebilirsiniz. Ayrıca bu kale içerisinde bulunan ve bir diğer önemli yapı olan Aziz Vitus Katedrali’ni de ziyaret edebilirsiniz.

Prag Kalesi
 
Aziz Vitus Katedrali
Dancing House: Tekrar Charles Köprüsü üzerinden nehrin karşısına geçip nehir kenarında yürümeye devam ettiğinizde Frank Gehry tarafından tasarlanan ve Dans Eden Ev ismini verdikleri sanatsal bina ile karşılaşacaksınız. Gayet postmodern mimari ile oluşturulan bu binanın zemin katında cafelerin olduğu gibi en üst katında da bir restaurant bulunuyor. Fotoğraflanması gereken en önemli yerlerden bence.


Vaclav Meydanı: Dancing House’u gördükten sonra yolunuzu Vaclav Meydanı’na çevirebilirsiniz. Burası Çekya’nın en önemli meydanlarından biridir. Adını Bohemia Dükü Saint Wenceslaus’tan alan bu meydan tarih boyunca değişik kutlamalara ve olaylara sahne olmuş ve bu sebeple her tarih sever turistin yolu buraya düşüyor. Hafif bir yokuş sonrasında yine Wenceslaus’un anıtını da ziyaret edebilirsiniz. Bu geniş yol üzerinden birçok restaurant ve iş yeri de bulunuyor.

Vaclav Meydanı
Vaclav Meydanı’nının bittiği yoldan doğruca Prag’ın eski şehrine doğru giden sokağa daldığınızda karşınıza bohem cafe, restaurantlar ve sokak pazarları çıkıyor olacak. Bu sokakları gezerek Stare Mesto’ya ulaşabilirsiniz. 

Prag Sokakları
Bunun yanı sıra Prag’a gidip yenilmeden dönülmemesi gereken şey kesinlikle Tridelnik’tir. Sokaklarında gezerken, burnunuza gelen mis gibi tarçın kokusu zaten sizi bu tatlıyı yemeye çağırıyor olacak. İçerisine çikolata sürdürebilir ya da dondurmalı versiyonunu tercih edebilirsiniz. Anlatırken bile canım çekti. Kalacak yer konusunda ise şehir içinde metro ve tramvayın yaygın kullanılmasından dolayı hiç derdiniz olmasın. Gerek Stare Mesto yakınlarında gerekse metro ile ulaşabileceğiniz otelleri tercih edebilirsiniz. Bana geçmiş yıllarımı hatırlanan Prag’a sevgiler…

10 Ekim 2018 Çarşamba

Madrid, İspanya


İspanya’nın başkenti olan Madrid, sokakları ve yapıları ile sanki orta çağdaymışsınız gibi hissettiriyor. Tam merkezi olarak nitelendirebileceğimiz güneşin kapısı anlamına gelen Puerta del Sol meydanı turistlerin turlarına başladığı ilk nokta ve her daim kalabalık. Şehrin farklı yerlerinden gelen tüm yollar bu meydanda birleşip güneş şeklini andırıyor ve burası ülkenin 0 kilometre noktası olarak kabul ediliyor. Burada bu sebeple 0 kilometre tabelası da bulunuyor.

Puerta del Sol
Bunun yanı sıra yine ünlü El Oso y El Madrano isimli çilek yiyen ayı heykelini de burada ziyaret edebilirsiniz. Puerta del Sol kadar ünlü olan ve hemen yakınında bir diğer merkez ise Plaza Mayor. Eskiden boğa güreşlerinin, kutlamaların yapıldığı bu meydan şimdilerde hem turistlerin hem de yerli halkın cafelerinde vakit geçirdiği ve sokak sanatçılarının şarkı söylediği bir yer haline gelmiş durumda. 
Plaza Mayor
Bu meydana bir çok kapıdan giriş mevcut olup arka kapısından çıktığınızda ve ara sokaklara daldığınızda neo-klasik yapıda evleri ve restaurantları keşfedebilirsiniz. Bu noktaya yürüme mesafesinde olan bir diğer önemli yer ise Palacio Real de Madrid yani Madrid Kraliyet Sarayı. Yine muhteşem bir görüntüye sahip olan bu sarayda kraliyet ailesi şu an yaşamıyor. 18. yüzyılda inşa edilen bu sarayın içindeki eserleri görmek isterseniz de 11 Euro’ya bilet alıp ziyaret edebilirsiniz.


Palacio Real de Madrid
Bunun yanı sıra Gran Via caddesi ve Calle de Alcala caddelerinin kesişiminde bulunan Madrid’in simgelerinden biri haline gelmiş Metropolis binasını fotoğraflayabilirsiniz. Fransız stili ile tasarlanmış bu binanın kubbesi altından inşa edilmiş olup özellikle akşam vakti ışıklı hali daha çok görülmeye değer. Gran Via caddesi ise alışveriş için tercih edilen yerlerden. Bu cadde üzerinde Michelin yıldızlı restaurantlar da mevcut ki kendileri siyah camlı olduğundan bana pek sevimli gelmemişti. Calle de Alcala caddesinden yürümeye devam ettiğinizde bu şehrin simgesi haline gelmiş ve şehrin kapısı olarak nitelendirilen Puerta de Alcala ile karşılaşacaksınız. El Retiro Park öncesi burada fotoğraf çektirebilirsiniz çünkü El Retiro Park’ta daha fazla vakit harcayacaksınız. Haftasonu tüm Madrid halkının çoluk çocuk vakit geçirdiği , kimilerinin kayığa binip keyif yaptığı kimilerinin ise şarkı söyleyip eğlendiği bir yer burası. Çimenlerin üzerine uzanıp piknik yapanlardan bahsetmiyorum bile. Anlamı keyifli bir sığınak olan bu park 19. Yüzyıla kadar İspanyol kraliyetine ait olup sonrasında halka açılmış ve iyi ki de açılmış. Yorulduğunuzda tam dinlenmelik ve keyifle vakit geçirmelik bir yer.
El Retiro Park
Peki biz ne yeriz kısmına gelecek olursak İspanyol mutfağı pek bir lezzetli. Plaza Mayor’a çok yakın olup 1725’te halka kapılarını açan ve dünyanın en eski restaurantı olma özelliği taşıyan Botin Restaurant’ı ziyaret edebilirsiniz. 
Botin Restaurant
Madrid’in değil de tüm İspanya’nın ünlü yemeği olan ve ufak ufak mezelerden oluşan Tapas yemek için tercih edilebilir. Fakat Barcelona’da Tapas yediyseniz buradakini beğenmeyebilirsiniz. Bir diğer ünlü ispanyol yemeği ise pirinçle yapılan, içerisinde sebze ya da balık olan Paella. Bunu Madrid dahil İspanya’nın her yerinde bulabilirsiniz. Peki Madrid’te ünlü olan yemek ne dersek cevabı Patatas Bravas olur. Kendisi neden ünlü bilmiyorum çünkü bizim bildiğimiz yumurtalı patates. Anladığım kadarıyla sadece pişirme şekli farklı.


Bunun yanı sıra eğer günü birlik, şehir dışında bir yere gitmek isterseniz İspanya’nın ilk başkenti olan Toledo veya içerisinde eski roma dönemine ait yapılar bulunduran Segovia’yı ziyaret edebilirsiniz. Bu noktalara Madrid'ten turlar düzenlendiği gibi kendiniz tren ile kısa bir sürede ulaşabilirsiniz. Havalimanına dönerken ise Park Retiro’nun hemen aşağısındaki Paseo del Prado caddesinden geçen ve ücreti 5 Euro olan otobüsleri kullanabilirsiniz. Şimdiden iyi gezmeler.

7 Ekim 2018 Pazar

Kiev, Ukrayna

Hem vizesiz gidebileceğiniz hem de son yapılan düzenlemeyle pasaportsuz yani yeni verilen kimliklerle giriş yapabileceğiniz ve uçakla gitmenin sadece 1 buçuk saat aldığı yer Ukrayna. Türkleri çok sevmelerini kenara bırakın yüksek kurlara rağmen bize hala ucuz gelebilecek bir yer. Havalimanından çıktığınızda hemen oracıkta merkez tren garına doğrudan giden otobüsler göreceksiniz. Sonrasında metro kullanarak ya da yürüyerek gezilecek yerleri keşfedebilirsiniz. Eğer yürümek isterseniz tren garından çıkıp üniversitenin önünden ilerleyip Golden Gate yani Altın Kapı’ya ulaşabilirsiniz. Doğu Avrupa’nın en eski eserlerinden biri olan bu yapı 1017 yılında inşa edilmiş. Çevresindeki tüm surların yıkılmış olmasına rağmen bu kapı restorasyon ile yeniden oluşturulmuş. 
Golden Gate
Altın Kapı’dan çıkıp Volodymyrska caddesi üzerinden ilerlediğinizde Aziz Sofya Katedrali’ni göreceksiniz. Burada haftasonları etkinlikler oluyor. Tam meydandaki Bohdan Khmelnytsky’nin at üzerindeki heykeli ise yine eski denilebilecek eserlerden. 
St Sophia Cathedral
Aynı ana cadde üzerinde ilerlediğinizde St. Michael Altın Kubbeli Katedrali’ne ulaşıyor olacaksınız. Bu katedralin Kiev’de bulunan kubbeli yapıların içerisinde en güzeli olduğu iddia ediliyor. 
St Michael Cathedral
Bir diğer görülmesi gereken şey ise buranın hemen yanında eski şehir ile nehir kenarındaki yeni yapılanmaları birbirine bağlayan tarihi Verkhnia Stantsiia funiküleri. Dinyeper nehrinin kenarına kolayca ulaşmak için bir numaralı çözüm bu olabilir çünkü yokuş çok dik. 

Aşağıya indiğinizde nehrin kenarında haftasonu yerel halkın vakit geçirdiği mekanları göreceksiniz. Buradaki en önemli yapı ise nehrin üzerine barok tarzda inşa edilmiş ve güzel fotoğraflar çekmenize yardımcı olacak St. Nicolas Wondermaker on The Water Church. Burası Kiev’de su üzerinde bulunan tek kilise olma özelliğini taşımasından dolayı turistler tarafından ilgi görüyor.
Nicolas Wondermaker Church
Kiev’e gittik sürekli kilise mi göreceğiz diye dertlenmeyin elbette ki başka görülecek yerler de mevcut. Tekrardan funiküler ile yukarıya çıktıktan sonra Friendship of Nations Arch isimli yapıyı ziyaret edebilir eğer cesaretiniz varsa o noktadan nehrin karşısına zip line ile geçebilirsiniz. Aman ip kopar da koskoca nehrin ortasına düşerim diye diye ben cesaret edemedim ne yazık ki. Bu noktaya yürüme mesafesinde olan ve aslında Kiev’in tam merkezi denilebilecek bir yer Independence Square yani Bağımsızlık Meydanı’na doğru ilerleyebilirsiniz. Gayet hareketli olan bu meydan ve cadde pazar günleri trafiğe kapalı oluyor ve sokak dansçıları saatlerce burada şov yapıyorlar.
Independence Square
Khreschatyk isimli bu caddeden yürümeye devam ettiğinizde Bessarabsky Market’in hemen yanında Roshen isimli çikolatacıyı göreceksiniz. Türkiye’ye göre o kalitedeki çikolatanın gayet ucuz olduğu bir yer. Turistlerin elinde kutu kutu Roshen çikolatası gördüğünüzde zaten kaçırılmaması gereken bir tat olduğunu anlayabilirsiniz. Peki ne yiyoruz? Tam o noktada Roshen’in hemen üst katında geleneksel Ukrayna yemekleri yapan Katyusha isimli ünlü bir restaurant bulunuyor. Burada mantının envai çeşidini yiyebilirsiniz. Fakat yemek yerken dikkatli olun zira sağınızda solunuzda Türkleri fazlaca görebilirsiniz. Bir diğer keşfedilmesi gereken yer ise dünyanın en uzun heykellerinden biri olma özelliği taşıyan ve Nazi- Sovyet Savaşı anısına dikilen The Motherland Monument. Paslanmaz çelikten üretilen bu heykel 102 metre uzunluğunda. 
The Motherland Monument
Buraya yürürken Perchersk Lavra kiliseler kompleksinin içinden geçeceksiniz. Bu kompleks aynı zamanda Unesco dünya mirası listesinde yer aldığı gibi size çok da güzel Kiev manzarası sunuyor. Kiev bu kadar yeşil miymiş ya dediğim ve merkezden metro ile 2 durak uzaklıkta olan bir nokta burası. 


Bunun yanı sıra Kiev’de hediyelik eşya seçeneği çok fazla. Khreschatyk caddesi üzerindeki birçok dükkandan alışveriş yapabilirsiniz. Kalacak yer için ise uygun fiyatlı oteller mevcut. Hepsinde gönül rahatlığıyla kalabilirsiniz. Bunun yanı sıra vaktiniz kalırsa Kiev’in parklarını bahçelerini de gezmeyi unutmayın hepsi adeta oksijen deposu. Kadınlara tavsiyem Gulliver alışveriş merkezine ve Independence meydanının altındaki avm’ye uğramaları zira Türkiye’de çok pahalı olan kozmetik ürünlerini buralarda daha uygun fiyatlara bulabiliyorsunuz. İyi gezmeler.




6 Ekim 2018 Cumartesi

Delhi, Hindistan


Havalimanından çıktığınız anda Allahım ben nereye geldim demenize sebep olacak bir yer Hindistan. 2018 yılı itibariyle nüfuslarının 1 milyar 342 milyona ulaşmasından dolayı şehirde bir o kadar da motorsiklet varmış gibi geliyor insana. Asya’nın çoğu ülkesinde olduğu gibi burada da tuk tuklar hayli fazla. Bunun yanı sıra onun rikşa adı verilen bisikletli versiyonları da mevcut. Yani siz arkada üstü kapalı koltuğunuzda otururken önünüzde biri durmadan pedal çeviriyor. 


Peki nereleri görelim derseniz şehrin biraz daha zengin kısmında bulunan Unesco koruma listesindeki Kutup Minare ve Lotus Tapınağı öncelikle ziyaret edilebilir fakat gerçek bir Hindistan görmek istiyorsanız görmeniz gereken yerler tabiki farklı. Delhi’ye arabayla yaklaşık 3-4 saat uzaklıkta bulunan Agra şehrindeki Tac Mahal’i eğer görecek vaktiniz yoksa üzülmeyin. 16. Yüzyılda inşa edilmiş ve Tac Mahal’e bile ilham olmuş Humayun’s Tomb eski şehrin hemen merkezinde bulunuyor. Giriş ücreti yabancılar için 500 rupi olan bu Babür imparatoru Humayun’un mezarını ziyaret ettiğinizde Tac Mahal’e ne kadar benzediğini fark edeceksiniz.

Humayun's Tomb
Bunun yanı sıra yine Babürlerden kalma bir yapı olan ve Hindistan’ın İngiliz’lere karşı bağımsızlıklarını kazanıp kendi bayraklarını diktikleri Red Fort yani Kızıl Kale’yi ziyaret edebilirsiniz. Eğer buraya yaz aylarında geldiyseniz sıcaklığın genel olarak 40 °C’nin üzerinde olduğunu ve yanınızda sizi güneşten koruyacak şeylerin bulundurulmasının faydalı olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Delhi için çok önemli olan ve yine Babür imparatoru Şah Cihan tarafından yaptırılan son eser olarak tarihte yerini alan Jama Mascid görülmeden dönülmemesi gereken yerlerden. 

Jama Mascid
Burası Cuma günleri namaz vakti inanılmaz kalabalık olduğu için halk tarafından Cuma Camisi olarak da biliniyor. Caminin avlusuna girerken ayakkabılarınızı çıkarmanız gerekiyor. Buraya giriş ücretsiz olmasına rağmen yaz sıcağında çıplak ayakla yere basamayacağınız için kapıda satılan bez terliklerden satın almanız gerekiyor. Giriş ücretini ise görevliler turistlerden bu şekilde tahsil etmiş oluyorlar.
 Eğer minarenin üzerine çıkıp fotoğraf çekmek isterseniz ilave bir para ödemeniz gerekiyor. Burada beni en fazla şaşırtan şeylerden biri insanların abdest almak için avlunun ortasında bulunan yosun tutmuş küçük havuzun içindeki suyu kullanıyor olmasıydı. Yani herkes aynı suya ayağını batırıyor. Hindistan’ın beni şaşırtan en ufak şeylerinden biriydi aslında bu. 

Caminin hemen önünden yürümeye devam ettiğinizde iç içe girmiş dar sokakları olan bitişik çarşıları göreceksiniz. Bunlardan birisi baharat çarşısı. Yan yana baharat dükkanlarının oluşturduğu bu alanda envai çeşit baharat bulabilir dilediğinizi satın alabilirsiniz. Fakat pazarlık şart. Turist gördükleri anda sizi kazıklamaya çalışıyorlar doğal olarak. 
Baharat Çarşısı
Yine etrafınızda size oraları gezdirmek isteyen Hintliler olabilir bir iki defa hayır dediğinizde uzaklaşıyorlar neyse ki. Çarşının iç kısımlarına ilerlediğinizde kadınların hint dizilerinden çok iyi bildiği ve yerel kıyafetleri olan saree’yi satan onlarca dükkan çıkacak karşınıza. Alışveriş yaparken çantaya, cüzdana dikkat etmek gerek ayrıca fotoğraf çekilirken de selfie çubuğunuzun ucundaki telefonunuzu da kapıp kaçarlar valla dikkat. Burada gezerken sokağa tuvaletini yapan insanlar görürseniz şaşırmayın zira ben şaşırdım hepinizin yerine 😊 Ağaçların altında banyo yapan insanlardan da bahsetmeye gerek yok sanırım. Hindistan’ı da Hindistan yapan şeyler bunlar aslında öylece kabullenmek gerek. 

Akşam gidilmesinin daha eğlenceli olduğu bir diğer yer ise Parlamento binasından Indian Gate’e kadar uzanan Rajpath Bulvarı. Old Delhi’nin kaotik yapısına rağmen Parlamento binası akşam ışıklandırıldıktan sonra mimarisiyle göz dolduruyor. İngiliz mimar Lutyens tarafından tasarlanan ve 42 metre yüksekliğinde olan Indian Gate ise savaşlarda ölen 90.000 askerin anısına dikilmiş bir anıt. Anıtın her duvarında ise ölen askerlerin isimleri yazıyor.
Indian Gate
Akşamları burası çok canlı oluyor. Herkes çoluk çocuk yürüyüşe çıkıyor. Hindistan’daki kast sisteminde genelde en altta teni daha koyu insanlar yer alıyormuş dolayısıyla beyaz olmak bu ülkede aşırı dikkat çekiyor. Bu yolda yürürken benimle fotoğraf çektirmek insanlar olmuştu ve teni beyaz olan bir insanla fotoğraf çektirmek onları inanılmaz mutlu ediyor. Muhtemelen gittiğinizde siz de böyle bir şeyle karşılaşacaksınız. Bunun yanı sıra Bollywood fimlerinin dünyaca ünlü olduğunu hepimiz biliyoruz. Buraya kadar geldik bari bi tiyatroya müzikale gidelim derseniz Kingdom of Dreams’e gidebilirsiniz. Filmlerin ve tiyatronun hintçe olmasından dolayı müzikale gitmek bizler için daha eğlenceli olabiliyor. Biletlerini bir gün öncesinden kendi sitesinden alabilirsiniz. Gayet profesyonel şovlara tanıklık edebileceğiniz gibi başlamadan önce dışarısında gerçekleştirilen yerel dansları izleyip içini de gezebilirsiniz. 
Kingdom of Dreams - Müzikal
Peki Hindistan’da nerede kalınır kısmına gelecek olursak paradan kaçmadan 4 ya da 5 yıldızlı otellerde kalmanızı öneririm. Çeşmeden akan sudan yattığınız yere kadar temiz ve hijyenik olduğuna emin olamıyorsunuz çünkü gördüklerinizden sonra. Yiyecek yemek konusuna gelirsek o daha da sıkıntı. Hindistan’da kırmızı et dini inanışlarından dolayı tüketilmiyor. Sadece müslüman köylerde bulabiliyorsunuz. Köri soslu, pirinçli, roti ekmekli yemeklerinden bolca tadabileceğiniz gibi en fazla tavukla yapılan yemeklere rastlıyorsunuz. Hijyenik olduğu sürece ayırt etmeden her yemekten yiyin yoksa yemek seçmeye kalkarsanız aç kalırsınız. Her şeye rağmen değişik mimarisini ve kültürünü tecrübe ettiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Size de kesinlikle tavsiye ederim.
Humayun's Tomb